Pandoranın “Müzik” Kutusu

Kendi başıma gidip satın aldığım ilk plağı daha dünmüş gibi hatırlıyorum. Şişli Camii arkasındaki pasajdan 8 liraya aldığım üzeri kırmızı beyaz “sahibinin sesi” etiketli  Kamuran Akkor-Vasfi Uçaroğlu grubunun Aşk Eski Bir Yalan’ı. O zamanlar plak alırken kullanılmamış alma garantisi olmadığı için annem plağın üzerinin çizik olmadığına emin olmadan para vermememi sıkı sıkı öğütlemişti. Babamın 1958’de Philadelphia’dan yüklenip getirdiği kendisi bir görsellik harikası olan Perpetuum Abner marka pikabın kaba iğnesi 10-15 dinlemeden sonra plakları zedeleyip arka planda uzaktan patlatılan mısır sesine benzer bir fon yaratatığı için hiç olmazsa başından çizik bir plak almamaya dikkat etmek gerekiyordu. Evdeki karanlık odasında kesintisiz Wagner, Brahms ve benzeri depresif müzikleri üst perdeden dinleyen abim benim Aşk Eski Bir Yalan’ı dinlerken ayna karşısında şarkı söyleme pozu vermemi görüp, yeni bir Zeki Müren durumuyla karşılaşmamak için  kendi onay verdiği plaklar dışında müzik dinlememi yasaklamıştı. Ne de olsa erkek okulunda  okuyordu, Zeki Müren yeni yeni meşhur olmuştu o yüzden bütün erkek şarkıcılar potansiyel olarak bir “garip”ti, ve de yıl 1968’di.

O çıtırtılı 45 ve 33 1/3 devirli plaklarda dinlediğim harika sesler , Brahms ve Dvorak’ın dramatik besteleri, Beethoven’in illa ki “Ay ışığı” sonatı, Ray Coniff ve Monteverdi orkestralarının çaldığı unutulmaz melodiler müziğin bir yaşam güzelliği olarak beynime geri dönülmez bir şeklide yerleştiği yılların sembolleriydi. Kalın karton kapaklardaki daha da kalın plaklar, kapaklardaki resimler, içindeki müzik hakkındaki yazılar, sihirli bir kutu havası veriyordu tuttuğunuz plağa. Bu yüzden yıllarca CD’ye burun kıvırıp durduk sonraları. 1969 da bütün “keyboard”ların anası “moog” icat edildiğinde yapılan ilk kayıtlardan biri çok satanlar listesinde baştaydı ve  o yılın 6 ağustosunu doğum günü hediyem olarak cebimde 10 lira o plağı arıyarak geçirdim. İşte o günlerde Pepo’yu keşfettim . Pepo Şişli Beşiktaş dolmuşlarının kalktığı Zambak yokuşunun başında, karanlık sigara/küf kokulu bir dükkanda binlerce plağın arasında yaşayan, bardak dibi gözlüklü sakin bir adamdı ve ne ararsan vardı. On lirayı verip bir yüzünde “Für Elise” olan ilk moog 45liğini aldıktan sonra yıllarca Pepo’nun müşterisi oldum. 1970’lerde bir gün içeriden gelen müziğin sesiyle dükkana girdiğimde ilk kez Pink Floyd’la tanışmam da orada olmuştu. Kapağında ağızından salyalar akan 2 inek resmi bulunan  “Atom Heart Mother” az dinlenilmiş olarak 24 liraya benim olmuştu o gün. Evdeki ilk dinleti abimde “afferim ulan sende erkek oldun artık çek şuradan bir fırt” şeklinde tezahür eden bir beğeni yaratırken, zavallı annem beni de kaybetmekten korkarak “oğlum ne anlıyorsunuz bu garip şeylerden” demişti. Mahalle arkadaşlarımı toplayıp “Dark side of the Moon” dinlettiğimde artık benim de odam karanlık ve sigara dumanlı, duvarlarım da Pink Floyd posterleri ve Vonnegut alıntılarıyla doluydu. Plaklar daha incelmiş, kapaklar daha renklenmiş, Ecevit ve ithalat yasağına rağmen HS serisi Dual pikap alınmış ve çatal iğneden kurtulunmuştu artık. Yurtdışına gidenlere  Lee marka jeanlerin yanında- Levi’s herkeste vardı artık- eski Pink Floyd’lar,-ille de  Ummagumma, Moody Blues, Rolling Stones plakları ve Sure marka iğne ısmarlanıyordu, yıllardan 1974tü.

 

Ayni yıl babam eve “Grundig” marka bir teyp cihazı getirdi. Evde yıllardır atıl duran büyük makaralı teypin aksine bu kullanımı daha kolay, hatta yeni kayıtlar da yapılabilen bir aletti. Aletle beraber gelen tek kaset babamın “al da müzik dinle” diye verdiği bir Dave Brubeck konseriydi ve “Take Five” harikaydı ama ülkede caz kaydı bulmak neredeyse imkansızdı. 1976’da TRT FM kanalından yayına başladığında “Gece ve Müzik”’le tanıştık. En hızlı aşık olunan o yıllarda, olmayan sevgilinin hayaliyle gece yarısı 1 saat “Gece ve Müzik” dinlenir, çaktırmadan sigara içilir ve sabahta zar zor uyanılırdı. İlk müzik kolajları da JVC radyoteypten kaydedilen “gece ve müzik” şarkılarından yapıldı o sıralarda. Geceler boyunca Francis Lai’in “Madly” isimli şarkısının çalmasını elim kayıt düğmesinin üstünde beklediğimi hatırlıyorum hala. Ulaşamadığımız müzikleri radyodan kaydedebilmek harika bir şeydi doğrusu, ve az bulunur pahalı bir değer olan kasetlere gözümüz gibi bakardık. Derken kaset bir hastalık gibi her yeri sardı, artık her yerde her şeyin kaydını yapan dükkanlar vardı, en bulunamayan şeyler bile hemen bulunup kasete çekilebiliyordu. 1982’ye gelindiğinde ithalat serbestti ve her yerde her türlü kasetçalar, amfi, kolon bulunabiliyordu ama alacak paramız yoktu maalesef. Plak hafiften ortalıktan çekilmeye başlamıştı. Kaset hem daha ucuzdu, hem daha çok müzik barındırabiliyordu, üstelik arabada da dinlenebiliyordu. Sararsa, koparsa yenisini kaydetmek de kolaydı. Ama plak gibi değildi kaset, bir ucuzluğu, sakilliği vardı anlatması zor olan. Ne elde tutması, ne görsel doyuruculuğu ne de ses kalitesi plağın yerini kesinlikle dolduramazdı. Ayrıca kasetçalarlar belkide kolay taşınabildikleri için “mızmız” aletlerdi, hemen bozulup parazit yaparlardı. Halbuki bizim Perpetuum Abner yıllar yılı evdeki hakim konumundan bir kere olsun bile kaldırılmamıştı. Kasetli yılların tek avantajı Pepo’da yaptırılan yüzlerce caz kayıtları oldu o yıllarda. İstanbul’da Pepo ve Altuğ gibi bazı kahraman mağazalar hala ağırlıklı olarak plak satarak ayakta durmaya çalışıyorlardı ama kaset ve arabesk olan herşey yaşamı kontrol etmeye başlamıştı. O sıralarda yeni bir ortam olan CD’nin adı ise giderek daha sık duyulmaya başladı. Pahalı bir oyuncaktı CD çalar ilk önceleri, ilgilendiğimiz müziklerin de zaten CD kaydı yoktu, nasıl olup da plak ve kasetin yerini alabileceğine benim aklım hiç ermiyordu doğrusu. Ama meraklıları ufak ufak yeni arşivlerini toplamaya başlamışlardı bile. 1982 yada 1983’te Bodrum’da JazzNow CD’den “canlı” müzik çalmaya başladığını duyurdu müşterilerine. Emin Fındıkoğlu trio ara verdiğinde, hemen Stan Getz çalmaya başlıyordu arka planda. Sıkı odyofil Mehmet beni geceler boyunca CD’nin de plak kadar doyurucu birşey olduğuna ikna etmeye uğraştı, kapak sanatı ayniydi, içindeki kitapcıklarda plakta ne varsa vardı, ses kalitesi mükemmeldi ve de plak gibi çizilmiyordu. Benim ise evdeki yüzlerce plaklık koleksiyonu gözden çıkartmaya hiç mi hiç niyetim yoktu, o küçük plastik kutudaki şeylere itibar etmemeye yeminliydim. 1984 yılında ilk kez bir Tower Records’dan içeri adım atana kadar da CD düşmanlığı inadım sürdü. Philadelphia’da ki South Street Tower bende Pepo’nun dükkanına ilk girdiğimdeki heyecanı yarattı. Heyecandan “bulunursa hemen alınacaklar” listemden hiçbirşey aklıma gelmiyordu. Kilometrelerce gibi duran tezgahlarda kaydedilmiş herşey CD olarak bulunabiliyordu ve ben hepsini istiyordum. Sonraki 15 yıl yaklaşık 2000 kadar CD’nin toplanmasıyla geçti, hiçbir zaman plağın yerini tutamasada artık “esas oğlan” CD olmuştu, plaklarsa bir dolapta küflenmekle meşguldüler. İlk CD kaydedici reklamını gördüğümde yıl 1999’du. O seneye kadar bende plağı var diye CD kayıtlarını almadığım tüm plakları kaydetmeye ve sevdiğim CDlerden  kolajlar yapmaya başladım hemen, ama için için sadece dinlemekten hoşlandığım parçaları CD’de toplayıp kalanları yavaş yavaş unutuyor olmaktan memnun olmadığımında farkındaydım. İçinden “iyi” parçalar ayıklanan CD’ler de plaklar gibi küflenme yolundaydı çünkü. Kolaj CD’ler ise bir tür kopya kasetler gibi hor muamele gören, çizilen, takılan ve yeniden kaydedilen CD “haplar” olmuşlardı, konsantre “sevilen müzik” hapları. Ayrıca arabadaki CD çalara giren CD’ler bir daha eve dönememeye başladılar. Teknoloji müziği kolay ulaşılabilir, üretilebilir bir zevk haline getirirken tüketim hırsının müzik zevkinin önüne geçmesinede neden olmuştu. Müzik kolay üretilebilen, bir o kadarda hızla tüketilip “sıradaki” istenilen bir alışkanlığa dönmeye başlamıştı.

Bütün bunları eve yeni giren 4×10 cmlik yeni iPod’a bakarken düşünüyorum. 80 GB’lık hafızasıyla geçmiş ve gelecek tüm yaşamlarımdaki sevdiğim sevmediğim tüm müzikleri barındırabilecek bir Pandora’nın kutusu sanki. İçerdiği müzik paylaşılabilen bir keyif değil, kulaklıklardan sadece sahibine yayın yapan bir istasyon, bir “duvar” adeta. Berlin duvarı “The Wall” eşliğinde yıkılmışken, müzik şimdi kişisel duvarları kalınlaştırmakta, nefesin paylaşılmadığı bir sarma sigara sanki. Müzik kültürüne, müzik ahlakına, müzik zevkine bir tehdit, tüm müziği içinde kaybedecek bir kara kutu. Perpetium Abner ile başlayan müzik dinleme geçmişimin tamamını bu nesnenin içine sokabilecek olma fikri, sonsuz /sınırsız uzayda bir nesne olarak ne kadar tüketilebilir, farkedilmez ve geçici bir varlık olduğumu sanki gözümün-ya da kulağımın içine göstere göstere sokuyor. Zannediyorum gidip plakları yıllardır saklandıkları dolaptan çıkartma, yumuşak ve hafif nemli bir bezle silme ve yeni bir Sure iğne alma zamanı geldi.

—————————————————–

Bu yazıyı zannediyorum 2002 yılında yazmışım. O zamandan beri durum daha da değişti, iyiye ve kötüye doğru. Spotify ve benzeri uygulamalar ve internet ağının artık havada her yerde olmayısıyla istediğimiz özlediğimiz her müziğe her an her yerde ulaşabilme, ve artık her şeyin kutusu haline gelen telefonlarımızda sadece sevdiğimiz müzikleri değil, giderek artan bir tüketim hevesiyle her anını görsel olarak kaydettiğimiz yaşamımızı da yanımızda ayrı bir pakette taşıyabilme imkanına sahibiz. Giderek daha bağlı, bağımlı ve kopuk bir yaşam haline geliyor yeni model hayat deneyimi, İngilizcesi sanki daha iyi vurguluyor bu “connected yet disconnected” olma durumunu. Ben o zamandan beri tüm plaklarımı temizleyip, değiştirdiğim yeni iğne ile,1982 model Akai’de dinler oldum. Ama esas başka güzellikler de var, bir müzik ortamı olarak “plak”, biraz daha rafine, pahalı ama kaliteli bir zevk olarak tüm dünyada geri dönüyor sanki. Eskilerin ve yenilerin yeni baskıları, hem de 180 gramlık ağır ama son derece kaliteli kayıtlar halinde bulunabiliyor, dinlediği müziğe değer veren için önemli bir gelişme bu. Ben ve meraklı yaşıtlarım  hayatımızın bu döneminde gençliğimizde keyifle okuduğumuz kitapları yeniden okurken arka planda çalan yeni keşfedilmiş bir Bill Evans kaydını sanki ufacık bir lokaldeymiş keyfiyle dinleyebilmenin fırsatına sahip olabilmenin tadını çıkartıyoruz. Vonnegut sağ olsa eminim ki “eğer bu da harika birşey değilse, ne harika olabilir ki ?” derdi.

 

DrDŞ

Shopping Cart
Scroll to Top