VAMPİRTURK

Vampir konusunda ders kitaplarımızda bilgi yok ama 1950’li yıllarda gelişmekte olan Türk çocuklarının vazgeçilmez başvuru kitabı olan Cinsiyet Alfabesi’nde (Çağlayan Yayınevi) bir ipucu var.  Ertem Eğilmez ve Refik Erduran’ın kurup yönettikleri Çağlayan Yayınevi’nin kitaplarının iki temel özelliği vardı. Birincisi her şeye sadece cinsel açıdan bakmak, ikincisi de okuyucularının zekâ yaşı ortalamasının iyice düşük olduğunu düşünmek.

El kitabının “vampir” maddesinde olay şöyle tanımlanıyor: “Hortlak. Geride bıraktığı canlılardan öç almak için esrarengiz bir mahlûk haline gelen ölü. Halk inancına göre geceleri görünür ve canlıların kanlarını emermiş. Bu gibi korkunç hayallerin teşekkülünde, cinsi kaynaklardan doğmuş şuuraltı endişelerin büyük rolü vardır. Cenubî Amerika’da yaşayan bir nevi büyük yarasaya da gıdasını emerek alma ve öldürdüğü küçük hayvanların kanlarını emme hususiyetinden ötürü vampir adı verilmiştir. İkincisi yaşayan bir mahlûk, birincisi ise sadece efsane ve masallarda mevcut bir hayal mahsülüdür.”

Mitolojimizde vampir eksiği

Osmanlı döneminden bu yana “halk inancı”na baktığımızda ise, “vampir” figürünün bu inanç içinde yer aldığını düşünmek oldukça zor. Olsa olsa cadı, hortlak, gulyabani gibi figürlerin zaman zaman kana bulaşmasından söz edilebilir. Türk vampir biliminin tek ve tartışılmaz adı olan Giovanni Scognamillo da bu yargımıza katılır: “Türk folklorunda vampir diye bir yaratık yoktur (…) Dolayısıyla bu tür bir yaratığın etrafında oluşturulmuş bir mitoloji de yoktur. Gece vakti mezarları talan eden, cesetleri parçalayıp kanlarını emen çeşitli cadılara rastlasak da Türk folkloruyla vampirler arasında önemli bir ‘nüans’ bulunuyor.”[1]

Cadı görünümlü hortlakların da kaynağı, Reşat Ekrem Koçu’nun Tarihimizde Garip Olaylar adlı kitabına aldığı bir haberden ibaret.  Koçu’nun aktardığına göre Bulgaristan’ın Osmanlı yönetiminde olduğu dönemde, Tırnava kadısı Ahmet Şükrü Efendi, hükümet merkezine bir resmi yazı gönderir. 1833 tarihli bu yazı devletin resmî gazetesi olan Takvim-i Vekâyi’in 69 no’lu sayısında yer alır. Yazının sadeleştirilmiş hali şöyle: “Tırnava’da cadı türedi. Gün battıktan sonra evlere musallat olmaya başladı. Zahireye dair un, yağ, bal gibi şeyleri birbirine katar ve kâh içlerine toprak karıştırır… Yüklüklerde bulduğu yastık, yorgan, şilte ve bohçaları didikler, açar ve dağıtır… İnsanların üzerine taş, toprak, çanak ve çömlek atar… Hiç kimse bir şey göremez… Birkaç erkek ve kadının da üzerine saldırmış… Bunlar çağırıldı, soruldu: Üstümüze sanki bir manda çökmüş sandık dediler… Bu yüzden iki mahalle halkı evlerini bırakıp başka tarafa kaçtılar… Kasaba halkı bunların cadı denilen habis ruhların eseri olduğunda ittifak etti… İslimye kasabasında cadıcılık ile tanınmış Nikola ismindeki adam Tırnava’ya getirildi ve sekiz yüz kuruşa pazarlık edildi. Bu adamın elinde resimli bir tahta vardı, mezarlığa gider, tahtayı parmağının üzerinde çevirir, resmi hangi mezara bakarsa cadı o mezardaki ruhu habis imiş… Büyük bir kalabalık ile mezarlığa gidildi… Resimli tahtayı parmağında çevirmeye başlayınca resim, sağlıklarında yeniçeri ocağının kanlı zorbalarından olan Tetikoğlu Ali Alemdar ile Apti Alemdar denilen iki şakinin mezarlarına karşı durdu. Mezarlar açıldı. Cesetleri yarım misli büyümüş, kılları ve tırnakları da üçer dörder parmak uzamış bulundu. Gözlerini kan bürümüş, gayet korkunç idi. Mezarlıktaki bütün kalabalık bunu gördü… Bu adamlar, sağlıklarında her türlü fesadı irtikâp etmiş, ırza, namusa, mala tecavüz etmiş, adam öldürmüş, ocakları lağvedildiği zaman her nasılsa yaşlarına riayet olunarak cellada verilmemiş, ecelleriyle ölmüşlerdi. Sağlıklarında yaptıkları yetişmemiş gibi şimdi de halka ruhu habis olarak musallat olmuşlardı… Cadıcı Nikola’nın tarifine göre, bu gibi habis ruhları defetmek için cesetlerinin göbeğine birer ağaç kazık çakılır ve yürekleri kaynar su ile haşlanır imiş…Ali Alemdarla Apti Alemdarın cesetleri mezarlarından çıkarıldı. Göbeklerine birer ağaç kazık çakıldı ve yürekleri bir kazan kaynar su ile haşlandı, fakat hiç tesir etmedi. Cadıcı bu cesetleri yakmak lâzım, dedi. Bu hususta şer’an da izin verilebileceğinden ruhsat verildi… Ve iki yeniçerinin mezarlarından çıkarılan cesetleri mezarlıkta yakıldı ve çok şükür kasabamız da şerrinden kurtuldu…”[2]

Anlatılan olayın vampir tarihimiz açısından birkaç noktadan önemi var. Bir kere olay Tırnava’da geçiyor. Yani Kont Drakula’nın memleketi Transilvanya’dan pek de uzak değil. Kalbe olmasa da karna çakılan bir “tahta kazık” var. Her ne kadar yeniçerilerin sağ halleri, ölülerinden daha çok vampire benzese de artık o kadar da fark olacak! Ama bu olay ulusal vampir tarihimizde, cadılarla vampirlik arasındaki özel ilişkinin ipuçlarını taşıyor. Anglosakson kültüründe da vamp ile vampir kavramları arasındaki benzerlikler tartışılıyor ya… Benzer bir tartışma… Bizim onlardan ne eksiğimiz var ki?

Yazımızın olmazsa olmaz unsuru Giovanni Scognamillo, bir uluslararası vampir sitesine kendisi hakkında bilgiler verirken “Elbette ki ben bir vampir değilim, ama bu konuda araştırmalar yapan birisiyim” diyerek söze başlamış. Sinema, fantastik edebiyat gibi çeşitli konularda birçok eseri bulunan Scognamillo’nun kitap ve yazılarında konumuz açısından ek bilgiler bulabiliriz.[3] İlerleyen satırlarda yapacağımız alıntılar da bunun kanıtı.

Drakula İstanbul’a gelirse

Vampirliğin bu topraklarda varol(may)an kökenlerini ele almaya çalıştığımız işbu yazının önemli bir bölümünü, Türkiye’de bu konuda yazılmış belli başlı tek kitap sayabileceğimiz Ali Rıza Seyfi’nin Drakula İstanbulda’sına ayırmayı uygun gördük (Scognamillo’nun yazdığına göre ilk baskısı 1930’lı yıllarda ‘Kazıklı Voyvoda’ adıyla yapılmış olan roman, 1997 yılında Kamer Yayınları tarafından yeniden yayınlandı). Önsözünü (elbette ki) Giovanni Scognamillo’nun yazdığı bu kitap aslında bir uyarlama. Bram Stoker’ın ilk baskısı 1897 yılında yapılan ünlü gotik klasiği “Dracula”nın[4] adaptasyonu. Daha sonra aynı isimle yapılacak olan filme de kaynaklık edecek olan bu kitap[5], konusunu Stoker’ın kitabından aktarırken ulusal katkılar yapmayı da ihmal etmemiş. Kitapta bir vampirin kurbanı olarak ölen ve mezarında da vampirleştiği anlaşılan Şadan’ın ardından Doktor Resuhî Bey şunları anlatır: “Şadan uykuda gezer halde dolaşırken, bizim Rumelilerin de ‘Vampir’ dedikleri (doğuda ve batıda anlamların aynı olması dikkat çekicidir) ve kendi dilimizde ‘Cadı’, daha doğru bir deyimle ‘Hortlak’ denilen varlık tarafından ısırıldı…”

Resuhî açıklamasını şüpheyle karşılayan arkadaşı Afif’i ikna etmek için açıklamalarda bulunur: “Eğer Rumelili olsaydın, eğer Trabzon ve çevresindeki ‘folklor’ dediğiniz hikâyelerle uğraşsaydın, hatta bugün Rumeli’nin Üsküp ve çevresindeki yerlerinden gelmiş insanlarla bu konuda görüşebilseydin, hortlak ya da cadı kelimesi hakkında, hiç olmazsa, ‘insanların ilkel inançları tarihi’ne hediye edecek bazı bilgilerin olurdu. Ve anlardın ki, -hele hortlaklara dikkat et cadı sözcüğü bu konuda yanlış olarak kullanılır- asıl içinde bulunduğumuz olayın kaynağı olduğuna emin olduğum, Rumeli insanlarının verdiği genel anlamı ile vampirlere karşı koymak için ‘cadıcı’, ‘hortlakçı’ adı altında bir topluluğun varlığı bilirdin.” (s.147, 148) Bu alıntıdan da anlaşılıyor ki, Ali Rıza Seyfi de Reşat Ekrem Koçu’nun anlattığı ‘Tırnava Cadıları’ olayından haberdardır.

Romanımız vampirizmin temel araçlarını da millileştirir. İncil yerine müslüman vampir avcılarının eline Kuran verilir doğal olarak. Vampirler Eyüp mezarlığında kovalanır. Kont Dracula’nın şatosuna giden Azmi Bey’in milli duyguları şahlanır: “Milletimin şanlı tarihini okurken Drakula’nın, Kara Şeytan, Kazıklı Voyvoda gibi uğursuz adlar almış bu benzersiz canavarın kahraman milletime yaptığı kötülükleri ve işlediği cinayetleri yaşlı gözlerle gördüğüm zaman dört yüz yıl önce genç bir Türk sipahisi olmadığıma lanetler yağdırdım”. Dracula’nın kalbine Dağıstan kamasını saplayan Turan Bey de (adından niyeti belli değil mi); “Tuna boylarında kazığa vurulan ırkdaşlarımın ve şadanımın öcü” diye fısıldar. Bol bol da sarımsak kullanılır doğal olarak.

Roman daha sonra “Dracula İstanbul’da” adıyla ve Ümit Deniz’in yazdığı senaryo ile sinemaya uyarlanmıştır. Mehmet Muhtar’ın yönettiği film ulusal bir ‘kült’ olarak, uluslararası festivallerde bile gösterilmeye devam etmektedir. Filmde Drakula’yı Atıf Kaptan oynamıştı.[6]

Edebiyatımızda vampir konusuna küçük bir katkı da bir dönemlerin ünlü hikâye yazarı Kenan Hulusi Koray’dan gelir. Yazarın Bahar Hikayeleri kitabındaki iki hikâyenin (ben bulup okuyamadım) malum meselemizle ilgili olduğunu Ömer Türkeş’in bir yazısından öğreniyoruz: “‘Tuhaf Bir Ölüm’, zor durumdaki hastalara kan vermesi ile tanınan Hüseyin’in ölümüyle başlıyor. Cesette ne yara ne de boğulma izi vardır. Üstelik bir kokma, bozulma belirtisi de görülmez. Kasabalılara göre Hüseyin hala sağdır. Ondan kan alan hastalardan biri olan ve hastanede yatan bucak müdürü, Hüseyin’in kanının hareketini hisseder damarlarında. Bu duygu kendinden geçirir onu. Bir gece yarısı Hüseyin’in hayalini görerek bayılır; başı yarılmış, Hüseyin’in verdiği kan akıp gitmiştir. Bir daha onun bahsini hiçbir şekilde açmayacaktır müdür bey… Vampir mitine bir gönderme gibidir [kitaptaki ‘Gece Kuşu’ hikayesi. Bir doktorun ağzından iletilir olup bitenler. Kayseri yakınlarındaki Gülmescit köyü muhtarının kızı bir yarasanın saldırısına uğramıştır. Yaralı kızla ilgilenen doktor, kızın çevresinden ayrılmayan yarasayı vurur. Ne var ki, bir uçuruma düştüğünü gördüğü yarasa, ertesi gün yaralı haliyle gelip kızın evinin önüne yatmış, kendini toprağa yapıştırmıştır. Bir hafta boyunca kızı tedavi etmeye çalışır doktor. Ölümcül bir yarası olmadığı halde, yarasa öldüğünde kız da ölür.”

Osmanlı vampirleri üzerine bir kitap

Osmanlı Vampirleri Salim Fikret Kırgi’nin Budapeşte Orta Avrupa Üniversitesi’nin Karşılaştırmalı Tarih Bölümü’nde hazırladığı bir yüksek lisans çalışması.  Kırgi, öncelikle vampirleri ikiye ayırıyor: “Kurgusal vampirler” ve “folklorik vampirler”. Kitap önce kurgusal vampirlerin; yani edebiyat ve sanatta (özellikle televizyon ve sinemada) karşımıza çıkan vampirlerin oldukça ayrıntılı bir dökümünü yapıyor. Ardından bu iki kategoriyi karşılaştırıyor ve bunların çeşitli yönlerden birbirine benzeyen ama oldukça farklı iki kavram olduğunun altını çiziyor. Tamam, folklorik vampir daha sonra yaratılan kurgusal vampir mitinin öncülüdür. Ama modern vampir, Avrupa’daki 18. yüzyıl vampir çılgınlığı’ sonrasında ortaya çıkmış, birçok kaynaktan etkilenip değişerek adını aldığı halk inanışından bağımsız özellikler kazanmış kurgusal bir figürdür.

Ardından “kurgusal” vampiri bırakıp, folklorun derinliklerine dalıyoruz. Önce “folklorik vampir”in ne olduğunu tarif etmeye çalışıyor Kırgi. Folklorik vampir “erken modern dönemde sıkça tartışılan, çeşitli nedenlerle mezarlarından geri geldiklerine inanılan; yerleşim yerlerine musallat olarak insanlara, hayvanlara ve eşyalara zarar veren; en önemlisi, tespit edilmeleri ve yok edilmeleri için belli ritüel uygulamalar gerektiren –ölünün mezar içindeki durumunun incelenmesinden sonra gerekiyorsa kafa kesmek, kazık saplamak, ceset yakmak- doğaüstü varlıklara dair halk inanışıdır.”

Bu folklorik vampir olgusunun coğrafi sınırları ise yoğun olarak Orta ve Doğu Avrupa, Karadeniz Yarımadası, Ege kıyıları ve adaları olarak çiziliyor. Çizilen sınırların da gösterdiği gibi bu bölgede esas olarak Rum Ortodoks Hıristiyanlık egemendir. Katolik Kilisesi söz konusu coğrafyada 16-18. yüzyıllar arasında ortaya çıkan “vampirimsi” olayları yorumlarken, Ortodoks halkı “çoktanrıcı dönemin inanış ve ritüelleriyle zehirlenmiş” kurtarılması gereken bir cemaat olarak görüyordu. Elimizdeki kitap o dönemin özellikle dinsel metinlerini ayrıntılı olarak elden geçirerek, genellikle “vrykolakas” olarak adlandırılan ilk folklorik vampir vakalarını irdeliyor. Bu vakalar normalde yaşayanların bedenlerini işgal eden iblislerin bazen de “ölülerin bedenlerini ele geçirmesi” olarak tanımlanıyordu. Yapılan uygulama ise bir tür şeytan çıkartmaydı. Mezardan çıkarıp kazık saplama ve ceset yakma gibi…

Kırgi, bugüne kadar bu alanda yapılmış olan araştırmaların sadece Rum Ortodoks veya Slav vakaları üzerine yoğunlaştığını, Müslüman ve Türk unsurların dışarda bırakıldığının özellikle belirtiyor. Ardından benzer olaylarda verilmiş fetvaların peşine düşüyor. En eskisi 16. yüzyılda verilmiş olan bu fetvaların ortak özelliği, olayların ciddiye alınarak tartışılması ve kararlar verilişiydi. Çünkü vampir vakalarının çıktığı yerlerde bir göç olgusu gündeme geliyordu, bu da kesinlikle önlenmesi gereken bir durumdu. Bu nedenle folklorik vampirleri yok etmek için fetva veriliyordu. Kazık çakmak, kafa kesmek, boğazlamak ve ceset yakmak. Yani ne gerekiyorsa… Örneğin 17. yüzyılda verilen bir fetvada, Müslümanlıkça hoş karşılanmayan bir durum olan ceset yakmanın gerekçesi şöyle belirtiliyordu: “Yüce Allah korusun, kötü ruhların girdiğinin alametleri belirdiyse engel yoktur.” Salim Fikret Kırgi dönemin dinsel inanışlarını, hukukunu ve törelerini irdeleyerek folklorik vampirlerin göründüğü bu ilk dönemi kavramamızı sağlıyor. Söz konusu dönemin vampirimsi yaratıkları, bizim şimdi vampir denince aklımıza gelen yaratığa pek de benzemiyor açıkçası…

Evliya Çelebi katkısı

Kitabın en ilginç bölümü Evliya Çelebi’nin anlattığı vampir olayları. Evliya Çelebi kitabının 6. Ve 7. ciltlerinde Kırım yolunda ilerlerken rastladığı “Oburça” isimli köyü tanıtır. Köyün ismini açıklarken “Obur Tatar dilinde cadıya, sihirbaz avrata ve mezarında dirilene denir” diye ekler. Hemen belirtelim ki bizim çok yiyen kişi anlamında kullandığımız “obur” ile bu “obur”un hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Seyahatname’de yer alan bu “oburlar” ile ilgili üç parçada anlatılanlar, bugün anladığımız vampir tanımına, yani kurgusal vampir edebiyatının çizdiği figüre şaşırtıcı derecede yakın. “Bunların belli başlı özellikleri özel gecelerde gökyüzü savaşları yapmaları, insan dışı bir soydan gelmeleri ve sonsuz yaşam için insan kanı içmeleridir. Kan emici yaşayan ölüleri yok etmek için yapılması gereken uygulamalarsa aynı coğrafyadaki foklorik vampir kuzenleri gibi, bedenlerine kazık saplamak ve cesetlerini yakmaktır.” Evliya, Çerkes kabilelerinin bazı ileri gelenlerinin obur-tanıtıcı olduğunu da sözlerine ekler. Yani bir tür vampir avcısı gibi avının peşine düşen ve onu yok eden…

Elimizdeki kitap Seyahatname’deki “obur”lu bölümleri incik cincik irdeledikten sonra çok ilginç bir noktaya dikkatimizi çekiyor. Bram Stoker’in ünlü Drakula romanı ile Evliya Çelebi ilişkisine! “Bram Stoker’a romanı yazarken danışmanlık eden Slovak kökenli Macar Türkolog Armin Vambery”dir. Osmanlı’yı çok iyi tanıyan Vambery’nin özel ilgi alanı ise Evliya Çelebi Seyahatnamesi’dir. “Osmanlılar tarafından başta çok ilgi görmeyen, sonrasında da sakıncalı içerik nedeniyle sansürlenen Seyahatname’nin ilk basılı kopyasında 6. cildin önsözünü yazan kişi de Armin Vambery idi! Kesin bağlantı veya esinlenme net olarak belirtilmiş olmasa da Drakula romanındaki vampir figürünün doğaüstü özellikleri ve Seyahatname’deki Çerkes oburları arasındaki benzerlikler hayranlık vericidir.

Osmanlı Vampirleri bizi bugün tanıdığımız vampir figürünün kaynaklarına götürüyor. Her ne kadar, “foklorik vampirler”le “kurgusal vampirler” arasındaki benzerlikler çok fazla olmasa da evrimin nereden gelip nereye uzandığını görmek ilginç.  Günümüzde sayıları giderek çoğalan “kurgusal vampirler”in özellikleri de habire artıyor, değişiyor, gitgide daha çekici oluyor. Ama unutmamalı ki, vampir özünde olumsuz bir kahraman. Isırıyor, kanımızı emiyor ve öldürüyor! Bu denli yakın durmamıza gerek yok. Sonuç olarak diyebiliriz ki, Salim Fikret Kırgi, kitabında bizi Osmanlı dünyasının vampir mitleri arasında, biraz zahmetli bir yolculuğa çıkarıyor. Okuması oldukça zahmet isteyen, akademik bir anlatımı var. Ama yılmayıp okumaya devam ederseniz, öğrendiklerinizin bu zahmete değeceğini göreceksiniz…

[1] Giovanni Scognamillo, “İstanbul, vampir ve benzer şeyler,” Albüm, Sayı 1, Şubat 1998, s.59

[2] Reşat Ekrem Koçu, Tarihimizde Garip Vakalar, 3.B.  İst. 1952, s.10-11 (yeni baskısı 2003 yılında Doğan Kitapçılık tarafından yapıldı.)

[3] Giovanni Scogrnamillo, İstanbul Gizemleri (Büyüler, Yatırlar, İnançlar) Altın Kitaplar Yayınevi, İst. 1993 G. Scognamillo – M.Demirhan, Fantastik Türk Sineması, Kabalcı Yayınevi, İst. 1999

[4] Bram Stoker’ın Dracula’sını Türkçe’de Kamer Yayınları’nda Zeynep Akkuş (Giovanni Scognamillo’nun önsözü ve ayrıntılı notlarla, İstanbul 1998) ve İthaki Yayınları’nda Niran Elçi (İstanbul 2003) çevirileriyle bulabilirsiniz.

[5] Dünya sinemasında vampirlerin öyküsünü Türkçe’de en geniş olarak aktaran kaynak Kaya Özkaracalar’ın Geceyarısı Sineması dergisinde dört sayı boyunca yayınlanan “Vampir Dosyası” adlı incelemesidir. (Sayı 3 – 6 , Kış 1999- Kış 2000)

[6] Bu filmin linki: https://www.youtube.com/watch?v=4R6PW2qccPU

Shopping Cart
Scroll to Top