Son Bir Kıvılcım Daha

Londra’da 1805’in güneşli bir nisan sabahı, bir umut belki 5-10 dakika bütün kış karanlık bulutların altında gizlenen o parlak yaşam kaynağının nimetlerinden yararlanabilirim beklentisi ile Thames kenarında bir yürüyüş yapmak üzere kendini sokağa atıyorsun. Bu yürüyüş o hayal ettiğin romantik,  temiz havayı doyasıya ciğerlerine çekebildiğin keyifli bir gezinti olmaktan çok sanki bir korku filmi sahnesi gibi aslında. Nehir kenarı kedi iriliğinde lağım fareleri ile dolu, her taraf çöp, hava kirliliğinden karşı sahil bile zar zor gözüküyor. Akıntı ile beraber kabarcıklarla dolu koyu suyun yüzeyinden akla hayale gelen her türlü nesne, hayvan cesetleri ağır ağır geçip gidiyor, lağım kokusu ise nefes alma isteği bırakmıyor insanda. Sahildeki çöp yığınlarını karıştıran aralarında emekleme yaşını yeni geçmiş çocukların da bulunduğu yüzlerce tehditkar insan sana ters ters bakıyorlar. Yürüyecek, adım atacak incecik çamurlu bir şerit var hemen nehrin kenarında ve asıl tehlike orada bekliyor seni. Yürüyüş yapayım derken her an ayağın kayıp o iğrenç sıvının içine düşüp boğulabilirsin, ya da daha kötüsü canlı olarak kurtarılabilirsin. Az miktar suyun boğazına ya da burnuna kaçması  ardından ağır bir kolera veya dizanteri vakası olarak günlerce sürebilen sancılı bir dönemi getirecek ve muhtemelen ilk kertede kurtulduğuna pek de sevinemeyeceksin ama unutma, daima daha da beteri olabilir.
1774’de kurulmuş bir insani yardım derneği var Londra’da, kurucuları Dr.W.Hawes ve Dr.T.Cogan. Önceleri “Boğularak ölmüş insanlara acil yardım derneği” gibi karmaşık bir adı olan bu dernek daha sonra Royal Humane Society-Kraliyet İnsaniyet Derneği- olarak adını duyuruyor, aradan 250 yıl geçmiş olmasına rağmen halen de faaliyette. Belli ki o yıllarda Thames’de boğularak ölmek pek sık rastlanılan bir durum, onlar da esasen bu sorunu çözmek için kuruyorlar derneği. Evans&Co. adlı şirketin gene ayni yıl geliştirdiği teknoloji harikası bir cihaz ellerindeki en önemli silah. Bugün hava alanlarında belirli yerlerde kullanılmayı ve hayat kurtarmayı bekleyen defibrilatörler gibi bu cihaz da Thames boyunca belirli yerlerde sıra sıra dizili. Dernek kullanmayı öğrettiği gönüllülere kurtardıkları kurban başına bugünün parasıyla 450 dolara denk gelen bir ödül veriyor. Durum böyle olunca bu gönüllüler sabahtan akşama kadar nehir boyunu arşınlayıp boğulan insan arıyorlar, tabii ki akla “acaba birilerini zorla suya atıyorlar mıdır?” sorusu da geliyor. Peki ne yapıyorlar boğulan birini sudan çıkarttıktan sonra ? İşte kurtarılmanın esas cezası bu noktada başlıyor.

Kahraman kurtarıcı kurbanın rektumundan içeri yerleştirdiği alet ile tütün dumanı “lavmanı” yaparak hastayı kurtarma girişimine başlıyor. Tek tük “ölümden dönenler” oluyor arada, bu başarı tütün dumanının uyarıcı etkisine bağlanıyor, esas amaç da zaten bu, ölmüş olan bedeni uyararak geri döndürmek. Bu uyarı için sadece körüğün ucunun içeri sokulması da yetebilir diye düşünüyor insan tabii ki, ama ya yetmezse? Bu uygulamaya cevap vermeyen kurbanlara ayni uygulama burun ve boğaz yoluyla da yapılıyor tabii ki gerektiğinde. Eğer buna da olumlu cevap alınmazsa pek de “iyi” bakılmayan, hatta tiksindirici bulunan son yöntem ağızdan ağıza solunum yapmak, ama zaten kurban o noktada son nefesini çoktan vermiş oluyor ancak gönüllüler son ana kadar çabalamayı bırakmıyorlar, ne de olsa dernek sloganı “Lateat scintillula forsan- hala bir kıvılcım olabilir”.
Benzer uygulamaların Amsterdam’da ve nehir çevresinde yerleşik diğer büyük Avrupa şehirlerinde de 1800’lerin ortasına kadar uygulandığı biliniyor. Sadece boğulanlara değil, onlarca değişik hastalığa da tütünün nasıl da iyi geldiğini okumak, ve tütünün zamanında ne harika bir şey olduğunu kavrayabilmek içinse biraz daha beklemeniz gerekecek. O arada etrafınızdaki günümüzün harika şeylerine daha dikkatli bakmanızda yarar var çünkü kıvılcım hiç sönmüyor.
DrDŞ

Shopping Cart
Scroll to Top