Freely ve Stamboul Ghosts

 

Juneau’dasın ya da Nisyros’ta. Bir sinema salonu önünde, eski bir Preston Sturges filmi izlemek için bekliyor veya her an patlamaya hazırmış gibi duran yanardağın kıyısında, boğucu kükürt kokusu genizlerini yakarken insanın kaderini kabullenişine hayret ediyorsun. Chennai’dasın, o kaotik ve kalabalık trafikte bir ineğin usul usul karşıdan karşıya geçmesini izliyorsun ya da belki ismini hatırlamadığın bir tropik adada güneşleniyorsun yahut İzlanda’nın güneyindeki bir kıyı köyünden balıkçılarla birlikte yüzüme vuran soğuk ve sert rüzgâr eşliğinde sefere çıkmışsın, bir de türkü tutturmuşsun, yaşıyorsun işte… Salgın şartlarında, dört duvar arasında, ancak bu gündüz düşleridir, beni sonsuz yatışlar yüzünden çoktan rengi solmuş kanepemde değil de gerçekten oralardaymışım gibi özgür ve mutlu hissettiren.

Bu seyahatlerimde, hayal gücümün ve eski gezilerimin olduğu kadar kitapların, filmlerin rolü, elbette büyüktür. Mesela, bir gezginin Afrika’nın uçsuz bucaksız coğrafyasında yamyamlardan kaçmasını anlatan “Çıplak Av”, Hitchcock’un çektiği (geçen hafta başrolündeki kötü adamı Norman Lloyd’u 106 yaşında kaybettiğimiz), bizi Kaliforniya’dan Boulder Barajı’na, hayali Soda City’e, oradan Özgürlük Anıtı’na götüren “Sabotajcı”, Amazonlar’ın kuytularında insan ruhunun karanlıklarına inen “Aguirre, Tanrı’nın Gazabı”, David Attenborough’un olağanüstü belgeselleri, küçükken bile beni kendine esir eden, müziklerini Kitaro’nun yaptığı ünlü İpek Yolu belgeseli, Arif Aşçı’nın yine bu rota üzerine olan fotoğraf albümü, “Türkçe Konuşanlar”, Evliya Çelebi ve türlü fantastik öyküleri, İbn Battuta, Mehmet Yaşin, İslam aşkıyla Hindistan, Mançurya, Japonya’ya kadar giden Abdürreşid İbrahim ve her daim hüzün dolu John Freely’nin “Stamboul Ghosts”u gelir aklıma.

Freely, yapıtında Aliye Berger, Hayalet Oğuz gibi İstanbul’un bohem kişilerini kendine has üslubuyla resmederken, bizi Büyükada’dan Narmanlı Yurdu’na, kadim şehrimizin farklı mekanlarında dolaştırır ve ona eşlik edenler, ister istemez, çok yakında kaybettiğimiz o İstanbul’a duydukları özlemle kendilerini baş başa bulurlar. Bu tip kitapların olmazsa olmazı Ara Güler fotoğraflarıyla süslenen eser, içinde yaşadığımız şehrin, oluşması yüzyıllar alan atmosferini tam da kaybettiği yıllara denk geldiğimiz gerçeğiyle okuyucuyu yüzleştirirken, her şeye rağmen İstanbul’u sevmenin biraz da mazoşist bir yanı olduğunu  düşündürür, yıkılan bir köşkü, kırık dökük, akmayan çeşmeleri, üzerlerine çirkin gökdelenler dikmek uğruna bir gecede sınırları değiştirilen ilçelerdeki bağ bahçeleri, yüzsüz politikacıları, kapanıp giden küçük dükkanları, bir nesil sonrasının önünden geçerken içinin sızlamayacağı eski meyhanelerin olduğu binaları, yanıp yok olan Zeynep Sultan Konağı’nı, değişen Sulukule’yi, yalnızca Yeşilçam filmlerinde görebileceğimiz, Boğaz’ın sırtlarını süsleyen geniş yeşil alanları hatırlamak gibi… Bir bir ve yekûn olarak elimizden uçup giderlerken, iyi ki fotoğraflar, kitaplar, Yeşilçam, hayaller var, en azından, hiçbir yere çıkamasak da şu karantina günlerinde, bizi uzaklara ve yakınlara ve yakın sandığımız uzaklara götürüyorlar…

 

Shopping Cart
Scroll to Top